22 Ekim 2022 Cumartesi

    





EVE DÖNMEDEN ÖNCE 

 bugün pazartesi,

dün pazardı

belki evde kalıp balerin resimleri yaptın

kulağında uzak bir piyano sesi

belki neşeliydin

belki düşüncen vardı

belki de yağmur gibi inerken hatıralar

herhangi bir köşe başında

bana rastladın

ben senin hayatına muhalif bir rüzgâr gibi girdim  Attila İlhan


 Bugün pazardı. Evde kaldığı mı nereden bildi ki şair? Ama resim yapmadım, uzaktan piyano sesi de gelmedi kulağıma, evet gerçi an an değişti ruh durumum. Neşeli de oldum, gamlı da. Sabahın kör şafağında kendini sokaklara atarken kış kendini daha göstermeden yataktan çıkıp serin havayla karşılaşmak istemez haldeyim.  Akşamüstüne kadar evde pinekledim. Sokaklar bana küskündür eminim. Çay bahçeleri, hep anlattığım sarı Sarman da kırılmıştır, arkamdan konuşuyordur: " ilk yağmurda terk etti, İlk fırtına da kapandı evine. Nankör insanoğlu,"  diye. 



Pinekleme anlarımda boş durmadım yine de. Bir kitap okudum. " Seni İçime Gömdüm"  Sevmek çeşit çeşittir ya. Herkesin aşkı kendine özeldir ya. Bu başka bir şeydi işte.  Sevdiği kadın öldükten sonra, " Onu sevmekten kurtulmak istiyorum artık," dedirtecek kadar çaresizlik yaşatan bir sevgi. Ve farklı bir coğrafya da geçmesine karşın kendinden olmayanı ötekileştirme, tüm insanları aynı şekilde kucaklamayan sahte dinler ve ibadethaneler, yoksulluk ve zenginlik... Dünyayı değiştirmek için boşuna uğraşılıyor gibi geliyor bazen. Çabalayan insanları görünce bir duygu yelpazesinde gidip geliyorum. Çoğunlukla umut, bazen de onlar adına üzüntü.   Sevdiğim bir arkadaşım her genel seçim öncesi gününü gecesine katarak çalışır,  bu sefer kesin kazanacağız, diye. Ve her seçimden sonra sonuçlara değil de daha çok onun hayallerinin yıkılmasına üzülürüm sanki.  Nasıl geldim ben bu konuya? Nereden geldiği belli olmayan kelimeler, cümleler nasıl da sürükledi çözümsüz  bir dünyaya.  Evet, bir kitap, kitapların gücü işte. 140 sayfalık bir kitap nerelere savurdu beni. Bu duygu sağanağından kurtulmak için soğuk da olsa çıkmalıyım dedim ve yazın bittiğine iyice inandım bu gün.  Üst üste giydim güz kazaklarımı, üzerime bir mont çektim ama yine de attım kendimi sahile. Islak kırık parke taşları, aydınlıkta ışıldayan şaşkın sokak lambaları…”Oturabilmek için sıra beklenilen kafeler bomboş, şemsiyelerin eli kolu bağlı bir duvar dibinde,  sandalyelerin boynu bükük. Ellerim cepte hızlı hızlı yürüyünce ısınıyorum. Gökyüzü bir ara aydınlanıyor, güneşin görsel şölenine izin verecek sanırım bulutlar. Nemrut tepelerinde de güneşi batırdım ama “Erdek'te bir başka dedim her seferinde. “ Boynu büküklerden birini çekip oturdum Bambu'ya. Sıcak çay bardağı avuçlarımda, dumanı yüzümü yalayıp geçiyor.   Sarı Sarman, oyuncu kedi hepsi burada. Ateş de ara ara geçen hemcinslerine laf atıyor. Hav hav hav… Çabucak soğuyan çayı bir yudumda içiyorum. Karşıda oturan bir çiftte gözüm. Kalkmayacaklar mı daha,  üşümediler mi acaba... Kızın ellerini avucuna alıp hohluyor delikanlı. Iııh, kalkmaz bunlar, deyip paramı ödüyorum. Artık kış, evine dönme zamanı, diyorum. Eve dönme zamanı… Kısacık ama kağıttan fırlamış, hayatın içinde, dua fısıltısı gibi bir cümle…

 

ben bir leyleğim, uykuda uyanık  

güz geldi artık

Göçüyorum yarı uyur, yarı uyanık.” A. Püsküllüoğlu



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

16 Nisan 2022 Cumartesi

 







BAŞKASI OLMA, KENDİN OL…

Bir türlü sevdiği kıza açılamıyordu Rıfkı.  Arkadaşlarıyla haftada bir gece Kaya’nın Yeri’nde toplanırlar, tek konuları, yürüdükçe saçlarının dalgası şekilden şekle giren, yıllanmış, platonik aşkı esmer güzeli Züleyha olurdu. Diğerleri evlenmiş, çoluk çocuğa karışmışlardı. Onun bu mecnun halleri masadaki haydari gibiydi.  Kalender bir insandı. Şakalara, takılmalara hiç bozulmaz, “ ya ne yapayım, bir türlü denk getirip açılmayı beceremiyorum ki,” derdi.  O gece de masayı donatmışlar, sohbet yavaş yavaş koyulaşmaya başlamıştı.  Meyhaneci Kaya da elinde bir tabak kirazla uğradı yanlarına, “ müesseseden bunlar, Rıfkı’da çok sever. Gençler size de afiyet olsun. Bir arzunuz olursa seslenin tamam mı?” deyip ayrıldı. Konular döndü dolaştı, laf lafı açtı,  sonunda yine geldi Rıfkı’nın aşkına. “ Yeter ama kızı kapacak başkaları, ona göre “ dedi birisi. Bir tanesi de, “gel şiir yazalım, ben bizim hanımı öyle tavlamıştım, ” deyince, Rıfkı’nın “ yahu yapmayın, etmeyin” demesine aldırmadan gülüş cümbüş içlerinden geldiği gibi döktürdüler dizeleri o gece, dumanlı kafalarıyla.

“Aşka verdim kendimi kıyasıya

Bütün evler, odalar şimdi bizi bekliyor

En güzeli sevişmek seninle doyasıya

Sevişmek ve sevmek dağlarca, denizlerce

Kâh yaşamaya benzer, kâh biraz ölmek gibi

Paylaşmak aşkı seninle sımsıcak bir ekmek gibi” *( Ümit Yaşar Oğuzcan)

Ertesi sabah mahallenin haşarı çocuğunun cebine bir onluk sıkıştırıp gönderdiler. Akşamüstü Züleyha dükkânın önünde dikilmişti;  öfkeyle “ Sen kafayı mı yedin geri zekâlı? Utanmıyor musun onları bana yazmaya, bizim aramızda ne var ki bir de paylaşacakmışız sıcak ekmek gibi. Bak bak bak. Aptal şey ne olacak, ”deyip cebinden çıkardığı zarfı yırtarak kapıdan içeri atınca şiirin içeriğinden bile haberi olmayan zavallı Rıfkı ne yapacağını bilemedi. Çay içtiği arkadaşı, “kızlar nazlanacaklar tabii ki oğlum, pes etme,  çık karşısına, ‘eninde sonunda benim olacaksın,’ de. Ben öyle yaptım. Kararlılığımı görünce mayıştı benimki, ”dedi.  O akşamüstü iki bira içip, kurstan dönerken köşe başında karşısına çıktı, “eninde sonunda benim olacaksın Züleyha,”  dedi. Suratına tokadı yedi.  Gece tek başına gitti kafasını dağıtmaya. Meyhaneci Kaya onu öyle dertli görünce masasına oturdu. “ Ben önce abisini tavlamıştım, sen de içeriden fethet kaleyi,” dedi ve sırtına bir iki dostça vurup bar tezgâhına geri döndü. Genç adam birkaç gün içinde abisinin çıktığı kahveye takılmaya başladı. Bir keresinde lafı Züleyha’ya getirince, “bana bak sen beni ne sanıyorsun” diyen abiden suratına yumruğu yedi.  Artık yamuk da bir burnu vardı;  o ışıl ışıl parlayan kömür karası gözleriyle Züleyha ona hiç bakmazdı.  Yolunu gözlemeyi bıraktı, yüreği sızım sızım sızlasa da aşkını kalbine, kendini de babasının tozlu zücaciye dükkânının içine gömdü. Aylar sonra bir arkadaşlarının düğününde tesadüfen aynı masaya düştüklerinde, içinden “ kötü talihim, tüm bunlardan sonra mı bir araya getirdin bizi,” diye söylenirken ne yapacağını şaşırmış haldeydi.  Eli ayağına dolaştı, beti benzi attı; kalkmak için hareketlendiğinde arkadaşları engel olunca oturup kaldı. Kızın da suratı iki karış, gözleri ise hep dans eden çiftlerdeydi. Rıfkı onun mutsuz yüz ifadesinin, herkes eğlenirken masada üzgün oturmasının suçunu kendinde bulunca gece boyunca vicdanen çok huzursuz oldu.  Yorgun piyanist akortsuz bir biçimde “ başkası olma, kendin ol. Böyle çok daha güzelsin…” diye sesini Tarkan’a benzetmeye çalışarak şarkısına başladığında masadakiler kendilerini piste atınca ikisi kaldılar.  Orta yaşlardaki şarkıcı gırtlağının son gücünü kullanarak bağırıyordu , “ ya gel bana sahici sahici, ya da anca gidersin.”  Adamın sesi ve şarkının sözleri kulaklarını tırmalıyordu. Elinde kalan bir parçacık cesaretini toplayarak kızın yanındaki sandalyeye oturdu ve gözlerinin içine bakıp,  “ Züleyha, senden yaptığım bütün saçmalıklar için özür diliyorum. Ama bir türlü cesaret edip, “ sana ilkokuldan beri aşığım” diyemedim. Korkak, beceriksiz, sünepe adamın tekiyim ben. Arkadaşlarım gibi cesur olmaya, onlara benzemeye çalıştım. Yoksa şiir yazmak kim, ben kim? O etkileyici sözler, o aşk dolu dizeler,  hepsi, hepsi onlarındı. Babamın zücaciye dükkânında senin sokaktan gelip gidişini gözlemekle geçti ömrüm. O tozlu avizelerin, fincanların arasından çıkıp gidemedim, bu küçük kasabamızı terk edemedim, seni bir daha göremezsem, diye. Bu yüzden de ne bir diplomam oldu, ne evim, ne arabam. Neyime güvenip gelecektim ki sana. Sen benim gözümde krallara layıksın, saraylara yakışırsın Züleyha. Affet beni ne olur?  “deyip kalktı sandalyesinden, boynu bükük bir halde masaların arasından kapıya doğru ilerledi. Oyun havalarına geçmişti pisttekiler. Züleyha şaşkın bakakaldı arkasından. Ayağa kalkıp “ Rıfkı” diye seslendi.  Ama salona yeni gelen davulcu tokmağını öyle bir indiriyordu ki, kalbinde gümlüyordu adeta. Koştu arkasından; koluna dokundu, “Rıfkı,  bak düğün pastası geldi, hem de kirazlı, sen seversin,  tadına baksaydın hiç olmazsa,” diyerek elindeki bir dilimi uzattı.

9 Nisan 2022 Cumartesi

 




ZEUS, ATHENA, HAVVA VE DİĞERLERİ…

Pencerenin buharını silip sokağa göz atıyorum,  önce mor gözümü sonra da diz boyu engelleri görüyorum. Çatımdan sarkan mızrak gibi buzlar cama değiyor.  Dışarısı çok soğuk ve ben evin içinde titriyorum. Toprak Ana beyaz bir örtü ile korumaya almış kendini. Valizim kapının hemen yanında.  Adını Zeus taktığım kocam içeride çığlıklar atıp çocuğunu kafasından doğurmaya çalışıyor.

Kehanete göre bilge Tanrıça Metis’in baş tanrı Zeus’tan bir kız çocuğu olacak ve bir daha hamile kalırsa dünyaya getireceği erkek çocuk ise Zeus’u tahttan indirecektir. Bunun üzerine Zeus tatlı sözlerle bilge tanrıça Metis’i baştan çıkardıktan sonra yanına yaklaşarak onu aniden yutar. Bir süre sonra Zeus, göl kenarında yürüyüş yaparken dayanılmaz bir baş ağrısına yakalanır ve kafasından tepeden tırnağa silahlı ve doğarken yeri göğü inleten bir nara atan Athena dünyaya gelir.  Zeus çok mutludur. Artık kadına özgü olan doğurganlığı onun elinden almış ve bir hayat yaratılmasında dişil özelliklerin hiç önemli olmadığını kanıtlamıştır.*

Athena’ya benzer şekilde erkek çocuk Dionysus da annesinden değil, Zeus’un vücudundan doğar. Rahim görevi gören bu kez Zeus’un bacağıdır. Ölümlü bir kadınla beraber olan Zeus, kadın hamileyken ünlü şimşekleri ile fetüsü kadının vücudundan ayırır ve kendi bacağına yerleştirir. Dionysus daha sonra buradan doğar. Kadının karnının yerini erkekte bacak ya da kafa alması, dişil özelliklerin yokken bile bir erkeğin “hayat” verebilme gücünü göstermiştir bütün dünyaya.

Afroditin köpüklerden doğması, Havva’nın günahkâr olması, nefsine hakim olamayıp Adem’i kandırması ve insanlığı cennetten kovdurması, Pandora’nın kendisine emanet edilen kutuyu arzularına sahip çıkamayarak açması ve kötülüklerin dünyaya yayılması, Hera adlı tanrıçanın aldatıldığında sinirlenmesi, Afrodit’in âşık olduğu erkeğin arkasından ağlayarak ona gitmemesi için yalvarması… Çünkü onlar Tanrıça dahi olsalar öncelikle birer kadındır ve kadın ‘zayıf’ olmak zorundadır.

Pencereden bakıyorum diz boyu kar. Hırsla yağıyor gökyüzü yeryüzüne. Toprak ana sarınmış beyaz bir kürke. Valizim kapının hemen yanında. İçeride bir adam hala savaş naraları atarak kafasından doğurmaya çalışıyor insanı. Aklımda binlerce yıl öncesinin tanrıçalarıyla; Havva’yla, Pandora’yla, Athena’yla açıyorum kapıyı; kar yığılıyor içeriye. Ayaz bir tokat gibi suratıma çarpıp, kuzey rüzgârı jilet gibi kesiyor. Direnip gömülüyorum karlara. Toprak Ana’ya ulaşmaya çalışıyorum. Rahmin sıcaklığına, ruhun kutsallığına, doğa ananın gücüne, karşılıksız sevgiye…

Doğurganlığı bile tekeline alıp tanrısal gücünü perçinleyen Zeus’un torunları tarımın da keşfinden sonra her mevsim ayrı ürün veren toprak anaya da ihanete başlayıp onu da köle haline getirmiş, bağrına betonları dikmiş, buğdayın özü makinenin acı çığlıkları arasında biçilmiş,  bembeyaz pamuklar kozalarından çıkmaya korkmuş, yaprakları lekeli gelincikler boyunlarını bükmüşler. Doğurganlığı ele geçiren ama bununla da yetinmeyen Zeus aynı zamanda can alıcı, yok edici bir tanrıya dönüşüp kadından intikam alma kodlarını nesilden nesile milyonlarca yıldır aktarmış.

Dışarısı öyle soğuk ki, ama oralı olmuyorum. Gözümün moru soğuktan parmak uçlarıma kaymış ve bu defa moru çok seviyorum. Şehrin küçük evlerinin damlarından, pencerelerinden sarkan buz kütleleri güneşle erimeye başlıyor. Issız ve sessiz sokakta kayıp düşüyorum. Kalkma hamleleri yaparken bir elimden Havva, bir elimden Pandora tutup yardım ediyor. Birlikte yürüyoruz, soluk soluğa, düşe kalka...

*İnternet,www.yenidüzen.com

2 Nisan 2022 Cumartesi

 





TRENİN PENCERESİNDEN BAKAN İKİ KADIN

Benzin zamlarından sonra çok talep görmeye başladı tren. Memleketimden bir avuç insan, sınırları demirden, pencerelerden oluşan hareketli bir vatandaydık şimdi.  Hepimiz farklı, hepimiz başka. Bavuluna yer bulamayan kadının ses tonunu duyduğumda  asla haksızlığa tahammülü yoktur, diye düşündüm. Ya da tren 2 dk. geç kalınca sinirlenip hiç suçu olmayan görevliye bağırıp çağıran adamı ya da yanına erkek oturdu diye olay çıkaran teyzeyi… Bu kavgaları veren halkın haksızlıklar karşısında  susmayacağını düşünüp içim rahatlar gibi oldu, ülke adına, dünya adına. Ama sonra büyük resim geldi aklıma. O adam ülkenin geleceği ipotek altına alınırken susar, o kadın çocuğuna pirzola alamazken sesini çıkarmaz, o genç iş bulamazken sorgulamaz. Yerdeki karıncaya gücü yetenlerle; ülke soyulurken sessiz kalanlarla aynı vagondaydık işte.  

Şerit gibi gözümün önünden geçiyor yaprakların arasına saklanmış minik evler. Demir yolunun iki yanı beyaz papatyalarla bezenmiş. Şehirlerse her zamanki gibi uzaktan gösteriyor kendini göğü delen binalarıyla. Protez ayaklar üzerinde devasa viyadükler ,-ama yollar yaptı-sözüyle karşımda. Doğayla insanın kültürleşme mücadelesi biter mi ki?  Kimi zaman yemyeşil cennet çayırları kimi zaman suya hasret kuru toprakları delip geçmekte demir yığını. Güneş tam üstümüzde; bazen de tavşana benzeyen bir bulutun arkasına saklanıyor, trenle oyun oynuyor neşeli neşeli. Bir sıcak terler döküyorum, bir üşüyorum. Beşiğimi sallıyor bir hoyrat el. Uyku iyice sızıyor bedenime, gözlerim ağırlaşıyor. Ada’ya verdiğim defter geliyor aklıma. “ Bunu mektup defteri yapalım Ada,” diyorum. “ mektup nedir?”  “Özleyince mektup yazılır,” diyorum. Anneannesine mektup yazıyoruz beraber. “Şimdi beni görecek mi ananem,” diyor. Cem yılmaz geliyor aklıma. Çok gülüyorum.

Yanına otururken, iyi yolculuklar, deyip cevap alamadığım genç kızın gözleri dışarıya sabitlenmiş.   Telefonla konuşuyor arada. “Ne diye doğuruyor bu berbat dünyaya o çocuğu,” diyor karşı tarafa. Hep saçlarının kırıklarıyla oynadı yol boyunca. Bir leylek sürüsü trene eşlik edince bağırdım farkında olmadan, “bak bak gördün mü?”  “Yoo,yoo, “ dedi saçlarını elinde bükmeye devam ederek. Pencere kadınları gibiydik ikimiz de.  Gözlerimiz dışarıda, aynı filmin karesinde ama kafalar başka yerlerde… Onun ki içine içine bakıyordu. “Keşke görseydim, ”dedi biraz sonra mırıldanıp, hiç okuyamadığı kitabın kapağını açtı, ilk sayfadaydı. Sonra kapattı, ayaklarının dibindeki ağzı açık çantaya atar gibi bıraktı.  “Bütün güzellikler kaçıyor benden,” derken gözleri buğulanmıştı. Uzun kumral dalgalı saçlarının uçlarını büküp ağzına soktu. Nefes almadan bekledim, devam eder mi, diye. Sustu yine. Kulaklıklarımı taktım. Biraz müzik iyi gelecek. Anlatsa dinlerdim. Yabancıya daha kolay anlatılır ya dertler. Ama gençler daha ketum. Ancak belli bir yaştan sonra tutulmuyor birikenler. Döküveriyorsun ortaya. Ama şimdi…”Boşver, üzülme. Daha ne güzellikler  çıkacak bak şimdi karşımıza.  Yeter ki geçtiğimiz yollara odaklanalım. Ooo ben neler kaçırdım kim bilir, bak bak, göremedik yine pembe tütülü ağaçları”  Bir sonraki istasyona yaklaşırken hareketlendi, eşyalarını toparlayıp kalktı, birkaç adım uzaklaşmıştı ki ani bir hareketle  geri döndü. “ iyi yolculuklar, kaçırmayın manzarayı,”  diye seslendi.  “Sen de kaçırmayacaksın ama söz ver,”  dedim. Şarkılar kulağımda, nihavent makamında…

Uzun bir yolculuktu. Bir ara derin bir aldatıcı sessizlik kapladı vagonu. Yeryüzü durağandı da, biz hızla hareket eden başka bir dünyadan bakıyorduk manzaraya… Acı acı bağıran, telaşlı düdüğün sesini her duyduğumda heyecanlandım, trenini kapısına koştum; iniverecek gibi. Bundan sonraki istasyon neresi acaba? Biraz mola vermek istiyor insan. Arada dinlenmek, sakince yaşamak.  Ne bu heyecan yahu. Varacağın nokta belli zaten. İçine sindir şu yolculuğu. Trenin yakıtı bitene kadar gitseydik… Tekrar baştan başlasa yolculuk aynı yolları bir daha gidip gelsem değişir miydi acaba gördüklerim. Leylekleri gördüğümdeki heyecanım, Ada’nın kurabiyelerini yerken aldığım tat. Kondüktör yeni binenlerin biletlerini kontrol ederken  “affedersiniz. Bir şey soracaktım da,” diye seslendim. Yanıma geldi.   “yolculuğa tekrar baştan başlamamız mümkün mü acaba? “ dedim.  Koşar adımlarla uzaklaşırken başını iki yana sallıyordu.

5 Şubat 2022 Cumartesi

 




RÜZGÂRLI ŞEHRİN KADINLARI

Feribot limana yanaşırken şehrin siluetine bakıp, ‘Küçük İstanbul olmuş,’’ dedi dudaklarını bükerek. Şehrin toprağı alt üst edilip demir çubuklar dikilmiş, yeşilin her tonu silinip beton dökülmüştü ruhuna.  Ne çabuk geldik. Yıllar önce, Yeşil Ada vapuruyla dört buçuk saatte gitmiştik. Karaya adımını atar atmaz kuvvetli bir rüzgârın dağıttığı kızıla yakın dalgalı saçlarını toparlamaya çalışırken çantasında telefonu titredi. ‘’ Ne olur affet beni.  Biliyorum hatalıyım. Ama seni seviyorum,’’ yazıyordu ekranda. Boynundaki şal desenli saks mavisi ipek fuları havalanınca peşinden koştu,  küçük kızı elini sıkı sıkı tutarken yetişemeyeceğini düşünüp vazgeçti. Fuların mavisi denizin mavisine karıştı.

Şehrin simgesi tarihi pembe iskele binası safir bir kolye gibi karşısına çıkınca sıkıntısı biraz dağılır gibi oldu. Ama az ileride doldurulmuş sahili, şehrin memur kesiminin ve tüccarlarının müdavimi olduğu Şehir Kulübünün denizden iyice uzaklaştığını gördü.  Suratı asıldı, üzüntüyle başını salladı.   Oysa bu küçük kentte deniz, kulübün yüksek ayakları altına usulca sokulur şehrin son dedikodularını dinlerdi.  Yeşil bodur ağaçların altındaki gazinolar - Gazino, deyince küçük çay bahçelerini şarkılı türkülü sanırdı dışardan gelenler- yıkılmıştı. Cumhuriyet Meydanı’nın küçük paket taşları sökülmüş, yerlerini granit mermerler almıştı. Çevresinde çocukların öbekleştiği pamuk helvacıdan yayılan yanık şekerle seyyarda satılan lahmacun kokusuysa aynı kalmıştı.

Bu kokular onu çocukluk günlerine götürdü. Sek sek oynayanlar, istop diye bağıranlar, yakan topa takım kuranlar. O da ikili ipin ortasında beline kadar uzanmış saçlarını havalandırıp bir sağa bir sola atlıyordu.  Birkaç delikanlı da bahçe duvarına yaslanmış izliyor, laf atıp sataşıyorlardı. Annesinin sesi sokakta yankılanınca yüzünü buruşturmuştu.

‘’Jale, kimden izin alıp çıktın sokağa?’’

‘’Ama anne, herkes sokakta,’’

‘’Çabuk eve, gelmeyeyim şimdi aşağıya,’’ Çocukların acıyan bakışları arasında bahçeye girerken karşı evin penceresinden yarı beline kadar sarkmış İffet teyze:  ‘’Orospu mu yapcan bu kızı Havva,  ne bu kısacık kırmızı şort üzerinde, ’demişti.

Eve girdiğinde annesi ateş saçan gözleri ve elinde makasla bekliyordu kapıda.  Kızının uzun dalgalı saçlarını dolayıp bir tutam kesti.  ‘’ Anne, yapma, ne olur!’’  ‘’Koca memelerinle ip atlıyorsun hala. Bir daha o şortu da sakın giyme.’’

Kız, ‘’Erkek çocuğuna benzedim ya… Neden kestin ki?  Esir miyim ben bu evde? Eğlenmek yasak mı bana? Zeytin ağacını, dalındaki salıncağımı bile kesip attın,’’ diye ağlaya ağlaya odasına koşmuştu.  

Zeynep’i Atatürk Heykeli’nin önünde görünce el sallayıp hızlandı. Kalçaları genişlemiş, uzun boyu kısalmıştı sanki. ‘’Ahh, ne kadar özlemişim, ‘’deyip kucaklaştıktan sonra Zeynep küçük kızın çenesini kaldırıp,  ‘’ Aynı küçük Jale, kıvırcık kızıl saçlar.’’ Arkadaşının elinden valizi zorlayarak aldı, ‘’Önce bir çay içelim mi Uğrak ’ta? ’’dedi.

Balıkçıların ağları kıyıda renk renk dekor oluşturmuş, küçük iskelenin ucunda olta atmış insanlar sessizce bekliyorlardı. Mendirekte yürüyüş yapanlar, koşanlar, kayalarda kuytuya çekilmiş sevgililer, çekirdek çitleyenler… Karşı kıyıdaysa hep eleştirdikleri körfezi zehirleyen, bacasından gökyüzüne silik bir duman yükselen fabrika, limana yanaşmış dev şilepler. Zeynep ,‘’ Dalıp gittin denize. Anlat bakalım. Nasılsın, Melih nasıl? Hiç haber alamadık senden? Neden bu kadar uzattın arayı?’’ diyerek sessizliği bozdu.

‘’Okulun son gününü hatırladım,’’

 ‘ Ne çok gülmüştük.’’

‘’Tepe gazinosuna gitmiştik önce. Duruyor mu ki hala?’’

‘’Duruyor tabi ki. Gideriz en kısa zamanda,’’

‘’ Sonra da sahile kayıklarla dolaşmaya.  Ama nereye gitsem o İffet teyze çıkardı karşımıza.  Hemen yetiştirmiş anneme. Melih’le sarmaş dolaş görünce beni çıldırmıştı. Herkesin önünde, ‘Yürü eve,’ dediğini hatırlıyorum annemin. Hiç olmazsa dövmeye kalkmamıştı. Evde acısını çıkarmıştı tabii,’’’

‘’Ama sen gittikten sonra içine kapandı.  Kedilerden başka eve giren çıkan olmadı. Her gittiğimde sayıları artıyordu, onlarla konuşurken buldum hep.  Gelecektin be Jale? ’’

 ‘’ Kaç kere haber gönderdim amcamla. ‘Gelmesin,’  demiş. İnadını bilmez misin? Sadece okulu düşüneyim istedi. Birsine kapılmayayım erkenden. Ama korktuğu başına geldi. Hayal kırıklığı yaşattım ona. ‘’

‘’O kestikçe saçlarını, sen rengini değiştirirdin,‘’

‘’Köprüde karşılaşmış iki keçiymişiz biz. Ben aklı bir karış havada, özgürlük peşinde, büyük şehirler, renkli hayatlar. Ondaysa kızının namusu, el alem ne der korkusu, gelecek endişesi. Kocasız kadın tabii ki,’’

Küçük kıza Süt Evi’nden iki top dondurma alıp Sevgi Yolu denen trafiğe kapalı sokaktan yürüyerek geçmişten günümüze miras kütüphanenin köşesinde durdular. Jale önünde uzanan dik yokuşa baktı.  Bu şehrin yokuşları hayatı zorlaştırmaya yeminli gibi dikilirdi karşınıza.  Ara sokaklarının hepsi denize çıkardı. Yağmur yağınca toz,  toprak, köşelere saklanmış anılar, geçmişin ayak izleri, çınarların gövdesinden kopmuş sarı yapraklar, tespih ağaçlarının meyveleri sahile sürüklenirdi. İki katlı evler, sarmaşıklarla, akasyalarla süslenmiş bahçe duvarlarıyla yokuşta birbirine yaslanır, ferforje pencerelerinden saksılarda sarı, kırmızı, beyaz sardunyalar sokağı gözlerdi. Sabah erken saatlerde bahçe kapılarından sabunlu sular köpük köpük denize doğru yol alır, gecenin karanlığını çarşafla pencereden silken kadınların içi rahatlar, kimileri kötü rüyalarını kimseye anlatmayıp dualar okur, ‘’Evlerden ırak,’’ diyerek dışarıya üflerlerdi.

‘’Aaaa! İffet teyzenin evi de yıkılmış. O sevimli eve nasıl kıydılar ki? Bir çöpçü bütün iki katlı evleri süpürmüş beya!’’ Sonra da gülerek, ‘’ Gördün mü adım atar atmaz başladım Bandırmalı olarak be, beya demeye.’’

‘’Annen karşısına gelen her müteahhitle kavga etti. Aracıları kovdu evden. ‘Ben ölene kadar o kibrit kutularına girmem. Hiç uğraşmasınlar,’ deyip evi yıktırmadı.’’

İlk sallantıda birbirine kavuşacak şekilde gökyüzüne uzanmış beton bloklar arasında yokuşu nefes nefese bitirip köşeyi döndüler. O bitişik nizam çok katlıların arasında piyanonun tuşlarına basılmış da bir tanesi takılı kalmış gibi bir boşluk çarptı gözüne.  Şehre dair hayal kırıklıklarını silip atan nağmeli,  bülbül şakıması geldi kulağına.  Bahçenin içinden kırmızı kiremitleri görünüyordu, kış gecelerinde dumanı tüten bacası.

 ‘’Melih niye gelmedi Jale?’’

‘’Orası uzun hikâye be Zeynep. Bankada usulsüz işlere karışmış. O işten atılınca ben çalışmaya başladım. Lise diploması da işe yaramıyor ki artık. Tekstil atölyesinde gece gündüz gömlek diktim. Kol ağızlarını, yakalarını kolaladım, ilik açtım, ütü yaptım saatlerce. Sabahla akşam karıştı. O bu arada başka birini bulmuş biliyor musun? Çok yoruldum, çok. Kalabalıktan, trafikten, Melih’ten…‘’

Telefonu çaldı yine acı acı. Çantasını işaret etti, ‘’Şimdi de yine eski Melih. Döneyim, affet, diye yazıp duruyor,’’

‘’Ne yapacaksın?’’

‘’Bilmem ki? Hatalarımın bedelini ödeyeceğim önce herhalde. ‘’

Bahçe duvarı yine sarmaşıklarla kaplı, aralarından kırmızı borazan çiçekleri biraz sonra orkestraya katılacak gibiydiler. Küçük kız külahını ters çevirip ucunu ısırdıkça, dondurma parmaklarına bulaşıp elbisesine akıyordu.

 Melih’in duvardan atlayıp bahçeye girmesi gözünün önüne geldi.  Arka tarafta heyecan dorukta birbirlerine sokulup koklaşıyor, cilveleşiyorlardı. Annesinin tazı gibi takipte olabileceğini hesaba katmayan kız ne yapacağını şaşırmış, sevgilisi bundan istifade hızlıca gözden kaybolmuştu.

‘’Sana bu çocukla görüşmeyeceksin, demedim mi? Bir de eve almış, adımı çıkaracaksın benim de godoş, diye,’’

‘’Neden görüşmeyecekmişim? Seviyoruz birbirimizi.‘’

‘’Seviyormuş. Kızım önce geleceğini kurtar. Bak, başımızda erkek olmayınca nasıl zorlandık.  Âşıksa bekler seni. Üniversiteye gidip meslek sahibi olmadan asla izin vermem evlenmene. Aklını başına topla, yoksa… ‘’

‘’ Yoksa ne? Sen toplamışsın da ne olmuş? ‘’

‘’Neler diyorsun sen, ne saçmalıyorsun?’’

‘’Sevdiğin gençle kavuşamadın diye, beni de engelliyorsun. Kıskanıyorsun değil mi? Anlattı bana teyzem hepsini.  Baban vermemiş sevdiğine. Çocuk sana, ‘Kaçalım’ demiş.  Saatlerce beklemiş köyün çıkışında. Gitmemişsin. Sonra da babamla evlendirmişler. Köy meydanındaki zeytin ağacında asılı bulmuşlar bir sabah. Ama ben senin gibi yapmayacağım. Aşkımın peşinden gideceğim,’’  deyince kadın pişmanlıkla hüzün arasında gelip giden nemli gözlerle sessizce girmişti içeri.

Yıllar önce küçük bir çantayla çıktığı bahçe kapısına geldiklerinde Zeynep’e, ‘’ Söylemedin değil mi?’’ dedi. ‘’ Yok, yok tembihlediğin gibi,’’  deyip ayrıldı arkadaşı.  Yeşil boyalı, menteşeleri hafif paslanmış kapıyı yavaşça itti.  Bir zamanlar,  köşke benzettiği iki katlı şeker pembesi evi, içinde kırmızı balıkların yüzdüğü havuzlu bahçesi,  şimdi anılarını bile alamayacak kadar küçük geldi gözüne. Merdivenin ilk basamağında oturan annesi ucu aslanlı bastonuyla tavuklu makarnayı paylaşamayan kedileri hizaya sokmaya çalışıyordu. Ah annem. Hep dik kafalılar buluyor seni de. Yaşlı kadın başını kapıya çevirdi, gözlerini kısarak geleni tanımaya çalıştı; genç kadını ve dudakları çikolataya bulaşmış küçük kızı görünce bastonunu düşürdü, başörtüsünden çıkan saçlarını toparlamaya çalıştı,‘’ Bandırmanın poyrazı. Ah, Bandırma’nın rüzgârı. Bu gün deli gibi esti, biliyordum bir şeyler karıştıracağını,’’   deyip kireçlenmiş dizleriyle iki büklüm kalkmaya çalıştı. Jale, ‘’Kalkma anne, kalkma,’’ ’ deyip kızını yaklaştırarak, ‘’ Bak, bu Esra,’’ dedi. Küçük kız yaşlı kadının yanına oturup kedileri sevmeye başladı. Jale fıskiyesi hafif paslanmış havuza,  durgun suya bakarak, ‘’Ne çok kırmızı balık vardı,’’ deyip parlak yeşil oval yapraklarla kaplanmış zeytin ağacına doğru yürüdü, pütürlü gövdesine dokundu. ‘’ Zeytin büyümüş ama çiçekler kurumuş,’’ Yaşlı kadın bahçeyi çevreleyen yüksek binaları göstererek,  ‘’Zeytini güneş alan tek yere ektim,’’  Sonra aceleyle:   ‘’Aç mısınız, hemen çay koyayım. Dolapta yeni aldığım kelle peyniri var. Yanına da Hacı Yusuf’tan simit alırsın bir koşu. Esra da sever değil mi? ’’

‘’Bir bizim ev kalmış, ayrık otu gibi. ‘’

 ‘’Yolup dururlar o yüzden de baş edemezler işte. Yıktırır mıyım hiç, avuçlarını yalarlar.’’

‘’Rahat ederdin, bahçe derdi yok, sıcacık odalar, asansör, balkon…’’

‘’Kuş gibi tüneyip, ötüşüyor zavallılar be kızım, baksana.  Karnı acıkmış şu kedilerin gece miyavlamalarını duyarlar mı?  ‘Bozaaa, ’diye bağıran Mevlut’un sesini bilmiyorlar bile. Hem sen gelip de bulamazsan diye elletmedim taşına, tuğlasına. Artık ne istersen onu yaparsın,’’ deyip kızının feri sönmüş gözlerine bakarak,’’ Yalnız mı geldin?’’ diye ilave edince Jale toparlandı, ‘Ben gidip simitleri alayım bir an önce, kalmazsa sonra, ‘’ deyip fırladı.

  Ertesi gün genç kadın kucağında küçük bir kasayla girdi bahçeye.  Zeytinin dalına ip atmaya çalışan annesini görünce yere bırakıp, ‘’Dur, bekle,’’ diyerek salıncağı kurmasına yardım etti.  Sedirin sarı minderini alıp yerleştirirken kızı başında zıplayıp, ‘’ Hadi anne, çok yükseğe taa bulutlara kadar uçur ama beni, ’’ diyordu. Yorgun düşen yaşlı kadın sedire oturunca Jale kasanın içindekileri çıkardı: ‘’ Bak anne, haseki çiçeği, çuha çiçeği, yalancı keçisakalı. Yeni fideler aldım bahçeye. ‘’ Cebinde ısrarla çalan telefonunun da sesini kapatıp masanın üzerine bıraktı.

‘’ Güneş de yok ki be kızım, nasıl boy atacaklar? ’’

‘’Merak etme sen. Bunlar güneş istemeyen çiçekler.’’

Not: Bu öykü Yegane Kitap tarafından yayınlanan "KENT ÖYKÜLERİ" kitabında yer almıştır. 

 

15 Ocak 2022 Cumartesi

 




ANNE,  DONDURMA ALIR MISIN BİZE?

Siyah camlı otomobil, gece hiç dinmeden yağan yağmurdan kalan su birikintisine hızını kesmeden daldı, durakta bekleyenlerin üzerlerine çamurlu suları sıçratarak hala uyku mahmurluğu çekenlerin uyanmalarını sağladı.  Yarım saattir otobüsü bekleyen atkuyruklu erkek öğrenci arkasından okkalı bir küfür sallarken 4a numaralı otobüs nazlı nazlı yanaştı durağa.  Gülbahar önündekileri itekleyerek hamle yaptı, ama sağdan soldan kaynak yapanlar yüzünden ilerleyemedi bir türlü.  Şoförün, “ Arkaya doğru gidin kardeşim,” sözleri homurdanan otobüsün sesinde kayboldu, körüklü kapı umursamaz biçimde kapandı bekleyenlerin suratına. Otobüsün ardından, “ Durun, durun, binmem lazım, geç kalmamalıyım, servis beklemez sonra,” derken aklı bu iş uğruna evde yalnız başlarına bıraktığı iki çocuğundaydı.

 “Kızım, kardeşine dikkat et. Yemeklerinizi hazırladım. Sakın açmayın kapıyı kimseye.” 

“ Merak etme anneciğim. Peki, uslu durursak, dondurma alır mısın bize?”

“İşe başlayayım hele bugün. Ne isterseniz alırım.”

Sabırsızca ileri geri yürüyor, otobüsün geleceği yöne doğru bakıp, “Hadi gel artık, hadi,” diye söyleniyordu. Uzaktan 4a’yı görünce kalabalığı yararak, çevresindekilerin sitemli konuşmalarına aldırmadan öne geçip kendini içeri attı. Arkasındaki adamın çürük dişinden yayılan nefesinin kötü kokusu midesini kaldırdı. İtişmeler, kakışmalar arasında virajlarda sertçe savrularak gidiyorlardı. Ani bir frenle yalpaladı otobüs. Uyuklayan gencin üzerine düşerken, nefesi kokan adam tuttu kolundan. Otobüs hafifçe yanlayıp durduğunda, “ Ne oldu?” ,  “Kaza mı yaptık ?” sorularıyla yolcular öndekilerden bilgi almaya çalışıyordu. Gülbahar sıkıntıyla saatine baktı. Nereden çıktı bu kaza? Nasıl yetişeceğim şimdi? Asla beklemezler beni. Niye beklesinler ki. Yüzlerce işçi var sırada. “Kapıyı aç, inelim hiç olmazsa” diye bağırdı bir genç. “Derse yetişemeyeceğim bu gidişle.”

Şoför ’ün, “Bekleyin, yarım saate kadar sizi almaya gelecek başka bir otobüs,” sesi ile homurdanmalar da başladı. Gülbahar içini bulandıran ensesindeki kokudan kurtulma niyetiyle otobüsten inerek kaldırımın kenarına oturduğunda adam da peşinden inmiş, tepesinde dikilmişti. Başından iyice kaymış mendil başörtüsünü düzeltti;  kafasını kaldırıp ters ters baktı. Adam bir eli cebinde diğeriyle siyah, uzun, gür bıyıklarını burarak süzüyordu kadını.

Kocasının göğüslerine batan sert sakallarını düşünüp irkildi, pavyon mezesi kokan ağzıyla karısının memelerini öpmeye çalışırken sızar kalırdı adam. Kimi zaman çorbanın, bazen kadının soğukluğuna laf eder, basardı tokadı.  İki kere kaçma teşebbüsünde bulunmuştu.  Sabah çocuklarını alıp sokaklarda dolaşmış ama karanlık basınca evdeki kurda razı vaziyette geri gelip, dönmekte zorlanan paslı kilidi çevirerek hüzünle gıcırdayan kapıdan girmişti.

Gülbahar’ın otostop çekmeye başlayan genç çocuğa, “Yeni Bosna’ya nasıl gidebilirim başka türlü acaba?” diye sorduğunu duyunca bıyıklı yanına sokuldu.  “İsterseniz bir taksi çevirebilirim size.” Gülbahar kaçtı kalabalığın yanına. Saatine baktı, kendilerini Tekirdağ’daki fabrikaya götürecek olan servis çoktan kalkmış, gündelik alacağı yüz elli lira kuş olmuş, kanatlanıp uçmuştu.

O gece zil zurna sarhoş eve gelen kocasının vurmak için kalkan kolunu tutması kolay olmuştu. Yıllardır biriktirdiği öfkesinin gücüyle itti. Adam kafasını masanın kenarına çarpıp düşünce kanı yeşil halının üzerinde ilkbahar da açan kır gelincikleri gibi yayıldı. Alelacele bir çanta hazırladı; çocuklarını uyandırıp, “Nereye gidiyoruz anne? ” sorularının eşliğinde otobüs garajına doğru ürkmüş bir halde arkasına baka baka hızlıca yürüdü. İki bilet alıp bitkin bir şekilde koltuğa yerleşti;  buğulanmış camları avucunun içiyle sildi. Yolcuların sepetlerini, denklerini, yükledikten sonra karanlıkta hareket eden arabada, ter, ekşi çorap, ucuz altın damla kolonyası karışımı bir kokunun ağırlığı ve yerel ağızda söylenen yanık türkünün sözleri ile ağırlaşan gözleri kapandı. Yıllar önce bir kez babası ile geldiği halasının evine gidecekti.  Kocaman Boğa Heykeli’nin yukarıya doğru çıkan caddesinin üzerindeki bir apartmanının kapıcısıydı eniştesi. 

Belediye otobüsünden inen yolcular şikâyet ediyor, söylenip duruyorlardı kaldırımda. Bir an önce eve döneyim. Fakirin işi hep ters gider işte. Bakalım bir daha böyle bir fabrika işi karşıma çıkacak mı? . Çok zor artık.  Off Allah’ım, ne zaman işlerim rast gidecek benim? Şimdi yine gündelikçiliğe talim. Ters istikamete yönelerek sağ tarafı ezilmiş topuğuna basa basa yürüdü. Kalabalığa karıştı. Halasının kıt kanaat yardımları sayesinde eski, rutubetli, penceresinin yarısı sokağı gören bir bodrum katına yerleşmişti. Evde olduğu zamanlar cama başını yaslar, gelen geçenlerin ayakkabısına bakıp hayatları hakkında hikâyeler uydururdu. Boyalı, boyasız, dikişleri atmış, yumurta topuklu, sivri burunlu, rugan, mokasen ayakkabılar… Yatağına yorgun argın yattığında o geceyi hatırlayıp uykuları kaçsa bile bir dağın tepesinde kavuşabileceğini düşündüğü huzurla yaşıyordu bu loş evde.

Komşuları Gülbaharların evinde hiç hareket göremeyince meraklanıp, seslenmişlerdi önce. Kapıyı açan olmayınca hafifçe ittiklerinde kapı gıcırdayarak aralandı. Hafif bir inleme sesi geldi kulaklarına. İçeri girdiklerinde kafasının arkasından kan sızan adamı yerde yatarken buldular. Ameliyat sonrası sağ tarafına inen felç yüzünden yarım yamalak konuşarak, “ Beni o kaltak karı öldürecekti az daha, saldırdı bana,” demeye çalışsa da anlaşılamamıştı bir türlü. Adamın eziyetlerinden, mahallede çıkardığı kavgalardan bıkan, her zaman Gülbahar’a arka çıkan komşuları sustu. Her ay maaşını elinden alan, kolundaki bileziği zorla çıkarıp kumarda kaybeden adamın gözü yaşlı anası da “Su testisi, su yolunda kırılır,” deyip gelininin ardından gözyaşı döktü, dualar etti, işleri rast gitsin, diye.

Evinin sokağına girdiğinde pencereden bakan kızlarını gördü.  Kızıl saç örgülerini, çilli burunlarını cama dayamış gelen geçenin ayakkabılarını inceliyor, kadınların ipek çoraplarını hayretle birbirlerine gösteriyorlardı. Onları görünce içindeki sıkıntı dağıldı, yüreği şenlendi. O sırada kapıdaki zilleri inceleyip, bir şeyler konuşan iki polisi fark etti. Yoksa yoksa… Benim için mi geldiler ki? Ama kimse şikâyetçi olmadı, kaza diye kayda geçti diye haber gönderdiler. Anacığı bile şikâyetçi olmadı, demişlerdi.  Sende inandın, aptal şey. Ama inanırım tabii. Zavallı kadın. Neler çekti o hayırsızdan. Onu doğuracağıma taş doğursaydım, derdi.  Keşke imkânım olsa seni de getirsem buraya anam. Fakat söz veriyorum, güzel bir iş bulursam alacağım buraya… Eyvah, bekliyorlar kapıda. Offff ya! Bak işte, bırakmadılar peşimi. Polislere ne anlatacağını düşünerek kalp çarpıntıları eşliğinde ağır ağır yürüdü. Buraya kadarmış, elbet bir sonu gelecekti. Acaba uzaklaşsam mı görünmeden? Ama çocuklarım… Ne yaparım, onları kime emanet ederim ki? Yok, yok,  halam, halam bırakmaz onları… Kapıya doğru ilerleyip önlerine geldiğinde,  “Mehmet Durmaz burada mı oturuyor? Zilde adını bulamadık da,” sözlerini duyunca eli ayağı boşaldı, kapıya tutundu.  Sesi titreyerek, “ Ben de yeni taşındım, bilmiyorum. Yönetici dördüncü katta oturuyor. Ona sorabilirsiniz.”  İçinden derin bir ohh çekti, vücudunu esir alan gerginlik uçup gitti.  Ağır demir kapıyı itip merdivenlerden üçer beşer indi. Kilidin sesini duyunca sevinçle zıplayan çocuklarının, “ Dondurma aldın mı anneciğim?” çığlıkları arasında içeri girdi.   Durun, durun, bağırmayın. Ne yazık ki alamadım.”  İki kız çocuğu hayal kırıklığı ile susup, dudaklarını büktüler, küçük olanın gözleri sulandı, küskün baktı annesine.   “Almadım, çünkü pastaneye gidip yiyeceğiz dondurmaları,”  deyince,

“Yaşasın” sesleri yankılandı, “Ben çikolatalı yiyebilir miyim anne?” sorusu yayıldı apartman boşluğunda.

 

11 Eylül 2021 Cumartesi

 


HÜSNÜ LATİF EFENDİ

Daireye tepeden inme atanan müdür bey biraz önce odasına çağırmış, önce öksürerek boğazını temizlemiş, sonra da kibarca, ‘’Hizmetleriniz için teşekkür ederiz. Ama artık genç arkadaşlara ihtiyacımız var,’’ demişti. İki büklüm çıktı odadan, şaşırmış, ne yapacağını bilmez haldeydi. Otuz yılını geçirdiği, ne uzayıp, ne kısaldığı masasına giderek dosyaların üzerinde gezdirdi parmaklarını. Daha bitiremediği ödeme cetvelleri, yarım kalmış muhasebe işleri vardı. Kime teslim etsem ki bunları? Hiçbiri dikkatle yapmaz ki.  Sabah sekizde geldiği, akşam beşte terk ettiği bu evrak, kâğıt,  toz kokan büro, yaşamının en önemli parçası ve amacıydı. Ayaklarını sürükleyerek masasından uzaklaştı; yıllardır değiştirmediği emektar devetüyü ceketini giyerken yeni yetme genç çalışanlar arkasından kıs kıs gülüyorlardı.   Ufak tefek cüssesi, solmuş kahverengi fötrü ile Hüsnü Latif Efendi kendini dışarı atıp, derin nefesler alıp yürümeye başladı.

Yıllardır evi ve dairesi arasında, yolunu değiştirmeden pinpon topu gibi gidip geldiği yolda,  yaşadığı hayal kırıklığı ve hüzünle her zaman alışveriş yaptığı markete girince dükkân sahibi,‘’ Ooo, Latif Efendi, hoş geldiniz. Erkencisiniz bu gün,’’ dedi. Latif Efendi, sabah evden çıkarken karısının eline tutuşturduğu listeyi cebinden çıkardı: ‘’ Ayçiçek yağ, patates, taze fasulye, salça…’’  Yüzünü buruşturdu, midesi bulandı, sıkıntılı yüz ifadesiyle şöyle bir etrafına baktı. Bir büyük, göz kırpıyordu vitrinden. Acaba alsam mı? En son ne zaman rakı alıp gittim acaba eve? Karısının rakıyı görünce,‘’  Nerden çıktı bu şimdi? Yıllar sonra.  Ne çok eksik var bu evde? Haberin yok sanırım. Bunca yıldır masa başında çalıştın da bi’ hayrını göremedik. Millet ev, araba sahibi oldu. Bizse…’’ sözleri ile uzayacak dır dırdırlarını hatırladı. Onunla evlendiği ilk günlerdeki gül yüzünün zamanla sadece konuşan aslanağzına dönüşmesi ne zaman olmuştu ki! Hele ki işten çıkarıldığını duyunca söyleyeceklerini hayal bile edemedi.  Abisi köşeyi dönmüş. Bana hatırlatıp durur da nasıl döndüğünü söylemez. Ben bilmiyorum sanki. Defterlerle birazcık oynarsan köşeyi de dönersin, virajıda. İri yarı, kırlaşmış şakaklarını koyu siyah ile boyayan adam geldi gözünün önüne. Lacivert Mercedes’ini evin önüne getirince kornayı basar, çocuklar ‘dayım geldi,’ diye koşarlardı. Kart zampara ne olacak? Sıcak basınca ceketinin düğmesini çözdü, bir solukta,  ‘’ Bir büyük. Biraz kaşar, yüz elli gram pastırma tartıver,’' deyince market sahibi göz kırpıp, ‘’ Hayrola! Âlem mi var Latif Efendi? ‘’ dedi.  Cevap vermedi, beyaz peynir,  tereyağı da ilave ettirip ellerinde iki dolu poşet çıktı dışarı.  

Her gün ezip geçtiği, tabanlarına aşina olan Arnavut kaldırımında durup önünde yükselen dik yokuşa baktı. Eski evler yorgun birbirine yaslanmış, asırlık ağaçlar dallarını uzatmış bahçelerden dışarı. Aralarda birkaç tane çok katlı bina şehrin ruhuna Fatiha der gibi dikilmişlerdi. Yokuşun ortasına geldiğinde torbalarını bırakıp elini beline koydu,  nefesi daralır gibi oldu. Ceketini de çıkarıp koluna attı.  Hava serindi ama sıcak sıcak terliyordu. Sağındaki üç katlı mozaik taş cepheli apartmanın merdivenine çöktü. Cebinden aldığı mendille alnını sildi. ‘’ Ne oldu beyefendi, iyi misiniz?’’ sesleri gelince kulağına çevresine bakındı.  İlk katın penceresinden önce simsiyah dalgalı gür saçları, sonra da kor dudaklı, elma yanaklı genç kadını gördü. Ağzındaki sakızı dolandırarak patlatırken yine sordu? ‘’Ne oldu beyefendi, hasta mısınız?’’  Uzandığı pencereden şarkılar sızıyordu sokağa.  Biraz önce belalısından zılgıtları yemiş, o çekip gittikten sonra ise radyoyu açıp şarkılı türkülü bir kanal bulmuş, odadaki ağır romanvari havayı dağıtmıştı. ‘’Size su getireyim,’’ deyip, elinde bardak, üç kat fırfırlı allı basma eteği,  kırmızı ojeli ayaklarına giydiği eflatun terlikleri, pembe beyaz topuklarıyla yanında bitti. Suyu uzatırken adamın elindeki dolu torbaları, içindeki bir büyüğü görünce gözleri ışıldadı. ‘’Hadi, hadi, gelin içeride biraz dinlenin. Şimdi bu halde yürümeyin. Valla yolda düşer kalırsınız.’’  Adam, ‘’ Yok, yok, eve gideyim ben,’’ derken, ‘’ Aaa, haliniz mi var ki? Biraz nefeslenin, gidersiniz,’’ deyip koluna girdi.  İtiraz edecek hali yoktu,  nefes nefese munis bir şekilde yeni pişmiş taze fasulye kokan evde buldu kendini. Kadın adamı koltuğa oturtup yanındaki sehpaya suyunu koyarak sektirmeye başladı. Kat yerleri belli, beyaz bir masa örtüsünü şöyle bir silkeleyip serdi. Taze fasulye, yanına şakşuka... Bir de bol naneli mevsim salata. İki ince uzun kadehi de doldurup kendisini sessizce izleyen adama:‘’ Gel, gel hadi. Tansiyonun düşmüştür senin. Bunları yersen hiç bi’şeyciğin kalmaz,’’ diyerek masaya çağırdı. Latif Efendi, ‘’ Ben gitsem artık,’’ derken o, ‘’Hadi, nazlanmayın artık,’’ diyerek kadehini kaldırdı, ‘’ Şerefe tanrı misafiri. Aaa, adınız neydi acaba? ’’  Adam, ‘’ Hüsnü Latif,’’ deyip gözlerini kadınınkilerden kaçırarak, ‘’ Size de zahmet verdim,’’ deyince, genç kadın ağız dolusu bir kahkaha attı: ‘’ Ne zahmeti Hüsnü Latif Bey.  Yiyelim, içelim bu gece. Gevşetin canım şu kravatınızı. Gevşeyin sizde,’’ deyip adamın tabağına bir parça beyaz peynir koydu, yanına bir dilim pastırma. Bir taraftan da radyodaki Zeki Müren’e eşlik ediyordu. ‘’Yalan dünya, her şey bomboş, hancı sarhoş, yolcu sarhoş,’’  ‘’Siz de söyleyin ama. Müzik tüm sıkıntıların ilacıdır,’’ deyince Hüsnü Latif Efendi’de  ‘Bey’ olmanın farkı ile sırtını dikleştirdi sandalyede.

 ‘’ Ben nerelerde sahneye çıktım, biliyor musunuz Latif Beyciğim,’’ ‘’ İstanbul’un en önemli pavyonlarında... Posterlerim asılırdı boy boy. Ama şimdi izin vermiyor çalışmama benimkisi,‘’

Adam onun yüzüne yerleşmiş gülüşünü zevkle seyrederken başka bir âlemde olduğunu düşündü. Karısının yıllar önce beklediği hayattan umduğunu bulamayınca yüzüne temelini attığı çatık kaşları geldi gözünün önüne. Bir türlü veremedim istedikleri hayatı. Günyüzü göremediler benim yüzümden. Çalıp çırpsaydım keşke. Ne olurdu ki? Yüzüme gülerler, arkamdan şerefsiz derlerdi. Deselerdi. Karım mutlu olurdu hiç olmazsa. Kadehini tamamlıyordu genç kadın o içtikçe. Ortamın büyüsü bozulacak diye korktuğundan sessizce kadını dinliyor, o gülünce gülüyordu. O da mırıldanmaya başladı şarkıları. ‘’yalan dünya, her şey bomboş,’’   Kravatını çıkarıp sandalyeye asarken, ‘’ Yıllardır dinlemeye dinlemeye sözlerini unutmuşum. Ahh yıllar. O zamanlar müdür olma hayallerim vardı. Geleceği parlak okumuş genç. Ama… Bir kuru teşekkür edip gönderdiler. Çalmadım, çaldırmadım. Namusumla çalıştım. Mükâfatı bu işte…’’ diye anlatmaya başladı.  Adamın hüzünlendiğini görünce genç kadın, ‘’Boş verin efendim. Şu hayatta kim kime yaranabilmiş ki? Namus vicdanındır. Yoksa  en namuslu sözler en namussuzların dilindedir  bu hayatta.  Hadi biz şarkıya devam edelim. Şu güzel anımızı zehretmeye değer mi?’’ deyip havayı değiştirdi. ‘’ bir garip yolcuyum, hayat yolunda,’’  Latif Efendi taze fasulyeden bir çatal alıp : ‘’  Ömrümde yediğim en güzel fasulye,’’ deyince, kadın cilveli, ‘’ Huzurla yenen acı bile bal eyler efendim. Afiyet, şeker olsun,’’ dedi.

Şen şakrak konuşmalar, Zeki Müren’in o muhteşem sesi,  şarkıları ve hafif bir baş dönmesiyle koltuğa geçtiklerinde genç kadın ayaklarını toplayarak oturduğunda eteklerinden taşan pürüzsüz dizleri dizlerine değdi.  Pembe beyaz topuklar yanı başındaydı. Sevgilisini ilk kez öpecek olan bir delikanlı gibi kalbi coşmuştu. Kadın, ‘’Ben size bir ferah kahvesi yapayım,’’ deyip yanından kalkınca, kanepeye kıvrıldı. Zeki Müren’in o pürüzsüz sesi, düzgün Türkçesiyle söylediği  ‘’ yalan dünya, her şey bomboş,’’ sözleri çok derinden kulağına gelirken, göğsüne kocaman bir kaya oturup nefes almasını engelledi.   Kadın elinde kahveler ile geldiğinde yüzünde tatlı bir gülümseme ile kıvrılmış adamı görünce, ‘’Ancak rahatladı zavallıcık,’’ deyip üzerini örtmek için ceketi alınca, cüzdanı yere düştü,  kadın el çabukluğuyla alıp koltuğun minderinin arasına sıkıştırıverdi.  Mutfağı toplarken müzik değişmiş, ‘‘ ömrümüzün son demi, ‘’ demeye başlamıştı şimdi. ’ Müzeyyen Senar.   İşi bitince adamı uyandırmak için dürttü omuzundan hafif hafif. Tepki vermeyince, ‘’Latif Bey, Latif Bey,  uyanın geç oldu,’’ derken adamın sol kolu kanepeden, kadının ağzından bir çığlık da pencereden sokağa düştü.

                                                                                                                               NAZAN ÇİNKO

 

21 Ağustos 2021 Cumartesi

 



ÇİLE KADINIM ÇİLE

Dünyanın en fakir ülkelerinden olan Afganistan’da kadınların durumu içler acısı. Yaşamın giderek zorlaştığı coğrafya da kadın olmak hiç de kolay değil. Afganistan kadınlar için en tehlikeli ülke sıralamasında hep birinci sırada.

Taliban’ın şeriat kanunlarını uyguladığı, ( kıyafet zorunluluğu, yanında erkek olmadan ve saçlarını ve bedenini saklayacak şekilde tamamen örtünmeden evden çıkması, kamusal alanda konuşması, bisiklet sürmesi, ses çıkaran topuklu ayakkabı giymesi, yine yanında erkek olmadan sağlık hizmetlerinden yararlanması… ) uymadıkları takdirde kırbaçlanmak, taşlanmak gibi cezalar kadının kaderi olduğu bir ülke burası. Örn: 1996’da Taliban savaşçıları oje süren bir kadının başparmağını kesmişti.

11 Eylül saldırılarından sonra 2001’de ABD öncülüğünde kurulan koalisyon müdahalesiyle Taliban iktidardan uzaklaştırılınca kadınlar özgürlüklerini ve toplumsal kazanımlarını kısmen de olsa elde etmişlerdi. 2010’lu yıllarda  iş gücü oranları % 22’ lere kadar yükselmişti. Şimdi ise Taliban’ın dönüşüyle 20 yıldır elde ettikleri kazanımları tehdit altında. Her ne kadar şu anda iktidarı ele geçiren yöneticiler ortamı germeyecek, kadınların sahip oldukları hak ve özgürlüklere dokunulmayacağını açıklasa da sahadaki davranışları bunu kanıtlamamakta.

Ülkenin ilk kadın belediye başkanı Zarifa G: ‘’ benim gibi insanların peşine düşecekler ve beni öldürecekler. Bekliyorum.’’ Diye seslendi.

Afgan yönetmen Sahraa Kerimi : ‘’ hey, bu koca dünyanın insanları, lütfen susmayın, bizi öldürmeye geliyorlar,’’ diye çığlık attı.

Kadına bu düşmanlık neden? Neden kadını kapatmak isterler dört duvarın arasına? Saç telinden niye ödleri kopar? Ya da küçücük bedenlerden…

Taliban sadece Afganistan’da değil ki. Bütün dünyada. En gelişmiş ülkeden en yoksuluna, tüm ülkelerde kadınlar; şiddetin, cinsiyetçi uygulama ve "geleneklerin" her türlüsüne maruz kalıyor. Kadına yönelik şiddet için uluslararası kuruluşların ortaya koyduğu veriler, bunun dünyanın genel sorunu olduğunu açıkça gösteriyor. Dünya Sağlık Örgütü tarafında yayınlanan rapora göre, dünya genelinde her 3 kadından 1'i yani yaklaşık 736 milyon kadın fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalıyor. Almanya’da istatistik bilgilere göre her dört kadından biri hayatında en az bir kez ev içi şiddete uğruyor. Brezilya'da 2013'te yapılan bir çalışmada, tecavüz vakalarından "salgın" olarak bahsediliyor ve her 11 dakikada bir kadının tecavüze uğradığı bilgisine yer veriliyor. Son 4-5 yıldır iç savaşın sürdüğü Yemen, Cinsiyet Uçurumu Raporunda 2006’dan beri en sonuncu sırada. Kadın sünneti, erkeğin izni olmadan tıbbi muayene ve tedavi görememe gibi oldukça sert uygulamaların gündemde olduğu ülkede, gıdaya erişim demokratik hak arayışından daha öncelikli bir gündem. Nüfusun yüzde 80’nini oluşturan 24 milyon insan acil yardım ihtiyacı içerisinde. 1.1 milyon emzikli veya gebe kadın kötü besleniyor. 3 milyon kadın ve kız çocuğu şiddet tehdidi altında yaşıyor. Kız çocuklarının yüzde 36’sı evlendiriliyor.

Kadına bu düşmanlık neden? Neden kadını kapatmak isterler dört duvarın arasına? Saç telinden niye ödleri kopar? Ya da küçücük bedenlerden.

Ruhsal bir Düdüklü Tencere; Erkeklik: Erkeklerin iktidarlarını kurmak için başvurdukları yollar aslında çelişkili bir biçimde büyük korkuların, erkeklerin kendilerine dair hissettikleri acının kaynağını oluşturmaktadır. İktidarın hakim olma ve kontrol etme kapasitesi olarak kurgulandığını, “güçlü” biçimde davranabilme becerisinin kişisel bir zırh girmeyi ve diğerleriyle korkuya dayalı bir mesafe bırakmayı gerektirdiği dikkate alınırsa ve eğer iktidar ve ayrıcalık dünyası bizleri çocuk yetiştirme ve bakım dünyasından uzaklaştırıyorsa, işte o zaman iktidar deneyimleri arızalı sorunlarla dolu erkekler yaratıyoruz demektir. Erkeklik düzeyine ulaşmada yaşanan başarısızlıkların yarattığı kişisel güvensizlikler veya daha basit bir ifadeyle başarısız olma korkusu erkekleri, özellikle gençken, bir korku, tecrit, öfke, kendinden nefret etme ve saldırganlık girdabına itmeye yeterli olmaktadır. Bu duygusal durum içerisinde şiddet bir telafi mekanizması olarak ortaya çıkmaktadır. Erkeklik dengesini yeniden sağlamanın ve kendisine ve diğerlerine bir erkek gibi yaşadığını beyan etmenin yolu olarak şiddet kullanılmaktadır. Şiddet ifadesi genellikle fiziksel olarak daha zayıf ve savunmasız bir hedef seçimini de içermektedir. Bu hedef bir çocuk veya bir kadın, eşcinsel erkeler veya dinsel-toplumsal bir azınlık gibi özel bir grup veya göçmen kesimler olabilir. Söz konusu grupların kanun tarafından daha az korunabilecekleri de düşünüldüğünde erkeklerin güvensizliklerini ve öfkelerini dışarı vurmaları için şiddete başvurmaları çok normal olmaktadır. (Michael Kaufman , Erkek Kaynaklı Şiddetin 7 Nedeni)

 

5 Haziran 2021 Cumartesi

 





BU KİTABI OKUYUN, HAYATINIZ DEĞİŞSİN…’’TATAR ÇÖLÜ – DİNO BUZZATİ ‘’

Yüzbaşı Drago 6 aylık süre için görev yapmak üzere ülkenin en kuzeyinde, önünde uçsuz bucaksız bir çöl –TATAR Çölü - serili olan Biotini kalesine tayin olmuştur. Amacı sonrasında hemen şehre geri dönmektir. Kale, üstleri tarafından unutulmuş, umursanmayan bir kaledir aslında. Hatta kaleye saldırması beklenen,  bir zamanlar buralarda yaşadığı sanılan Tatarlar bile efsanelerde kalmıştır. Ama yaratılan düşman ve kahraman olma arzusu bu çöl ortasındaki kalede, tekdüze hayatın içinde olan askerin motivasyonunu ateşlemektedir. Bu süreçte Drago ve arkadaşları kuzeyden gelecek olan düşmanı ve savaşarak ulaşabilecekleri onur payesini ve kahraman olmayı bekleyerek hiç anlamadan yıllarını geçirmişlerdir. Ki zaman acımasızdır, kimi zaman bir şelale, kimi zaman akreple yelkovanın maratonu gibi hız limitini aşmaktadır.- Bir düşmanın varlığı her zaman ideolojilerde kitleleri uyuşturmak adına işe yaramaktadır. -

Zamanla benimsenen rutin, çölün esrarengiz, durağan görüntüsü alışkanlık yaratır. Öyle ki , Drago kaledeki ilk gecesinde sarnıçtan damlayan su yüzünden uyuyamaz. Sonrasında alışır.  Hatta evine izinli gittiğinde bu sefer de su sesi olmadığı için uyuyamaz. Ve geri dönme isteği uyanır içinde. Konforlu odasını, üzerini titreyen annesini, kadınları, şehrin eğlencesini, iş güç sahibi olmuş arkadaşlarını bırakıp, durağan hayatına geri dönmek ister.

Kaledeki rutin hayat bir koza gibidir. Güvenli, alışıldık. Alışkanlıkların tanıdık rahatlığını kaybetmemek için Dragon bir türlü tayin istemez. Nasıl olsa istediğim zaman geri dönebilirim düşüncesi ile erteleyerek gençliğini ve sonrasında tüm hayatını bir kaleye teslim eder.

Ama Dragonu hayal kırıklığına uğratıp,  biraz kendine gelmesini sağlayan olay,  şehre gittiğinde sadece ilk ve son kez tayinini istemek için komutanın yanına çıktığında, kalenin asker sayısının azaltılacağını öğrenmesi ve birçok arkadaşının dilekçe yazmış olması ve kimsenin birbirine haber vermemesi olmuştur. Oysa Drago kaledeki herkesin isteyerek kalıp,  düşmanı beklediğini sanmıştır. Arkadaşları kendisini aptal yerine koymuşlar alay etmişlerdir. Haksızlık ciddi bir yaraya dönüşür yüreğinde. İstifa da edebilirim, sonuçta gencim daha der, yine. Ve sonuçta arkadaşları ellerine fırsat geçer geçmez birer birer ayrılırken o daha önce farkına varıp dilekçe yazmadığı için kalmaya devam etmiştir. –

Ve Drago sonuçta otuz yılını kalede geçirmiştir. Bu kadar yılın sonunda ise olmayacak olan gerçekleşmektedir. Düşman kale surlarına yaklaşmaktadır. Ve o sırada Drago ciğerlerinden hasta yatmaktadır. Bu haberle ömrü boyunca beklediği düşmanın geleceğini duyunca çok mutlu olur, en azından kahraman olarak ölecektir. Herkese bu kalede ömrünü boşuna geçirmediğini gösterecek, kahraman olarak anılacaktır. Fakat kale komutanı hastalığı nedeniyle sorumluluk almak istemeyip Drago’yu kalede tutmayıp şehre göndermeye kalkınca ikinci kez yıkılır.

‘’Tüm yaşamı dünyadan tamamen tecrit edilmiş bir şekilde orada geçmiş, otuz yılı aşkın bir süre düşmanı beklemek için kendini her türlü zevkten mahrum kılmış, şimdiyse, tam düşman gelirken kovulmuştu. ‘’ ‘’Onurlu bir ölümü de kaybetmiştir Drago…’’ ( kitaptan)

‘’ Varoluşun anlamsızlığı boylu boyunca serilir önüne. Gündelik hayatın durağan ritmi, alışkanlıkların uyuşturucu etkisi ruhunun derinliklerine işlerken Tatar Çölü’nün sadece kendisinin değil aynı zamanda insanlığın sınır bölgesi olduğunu anlar’’(kitaptan)

…………………………………………………

 O kadar etkileyici bir kitap yazmış ki Buzotti.  Biotini Kalesi hepimizin kalesidir. Evimizdir… Şehrimiz, mahallemiz, köyümüzdür. Çöl ise hayatın tekdüzeliği ve değişmezliğidir.  Bu tekdüzelik uyuşturucudur, atalet olarak sıvanır insanoğlunun üstüne. Alışmak kolay ve Rahat olandır. O yüzden insanlar risk almaz, karşı koymaz, boyun eğer kurallara. Alacağı kararları ‘’daha gencim, önümde çok zaman var’’ diyerek erteler.  Hep ileridedir onların Tatarları. Şan, şöhret, para, pul. Bir nevi körlük yaşatır insana tekdüzelik.  Sezgileri körelir, çevresindeki oluşmaya başlayan toplumsal çürümeyi de, bireysel kötülükleri de fark etmez. Çölü seyreder durur. Ta ki beklediği, yıllardır gözlediği düşman gelene kadar. Ne yazık ki o da ölümdür…

20 Mart 2021 Cumartesi




DÜNDEN BUGÜNE  ŞİİR GİBİ  KADINLAR

DİDEM MADAK’tan –annesizlikten şair olmuş özlemlerin kadını-

Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım

Büyük gemiler de yok artık bayım

Büyük yelkenler de

Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.

İşte az önce bir karabatak daldı suya

Bir süredir kayıp

Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya

Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.

Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.

Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen

Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?

Bir gül, bir güle derdi ki görse

Yalan söylüyorum

Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.




MİHRİ HATUN( 1460-1506 ) –osmanlı döneminin divanı ilk elimizde bulunan kadın şairi-

Râzıyam cânâ gerek ağlat gerek güldür beni   (Ey sevgili! Beni ister ağlat, ister güldür, razıyım.)

Dönmezem senden gerek dirgür gerek öldür beni ( İster yaşat, ister öldür senden vazgeçmem.)

Mihrî’yem aşkunda dahi nice yıl yeldür beni (Ben nice yıl aşkının peşinden koşacak olan Mihrî’yim.)

Sâdıkam yolunda ben Allah hakkıçün begüm ( Beyim, Allah hakkı için ben senin yolunda sadığım.)




 FÜRUĞ FERRUHZAD (1934- 1967) –İran’ın kederli şairinin henüz 17 yaşında yayınlanan şiiri-  

Günah

Günah işledim lezzet dolu bir günah

Titreyen esrik bir tenin yanında

Tanrım ne bileyim ne yaptım ben

O karanlık susku dolu zulada

O karanlık susku dolu zulada

Baktım gözlerine gizemleriyle dolu

Gözlerimin çaresiz isteklerinden

Kalbim göğsümde çırpınıp durdu

O karanlık susku dolu zulada

Yanında darmadağın oturdum

Dudaklarıma heves döktü dudakları

Deli kalbimin üzüncünden kurtuldum

Aşkın öyküsünü okudum kulaklarına:

Seni istiyorum ey benim cananem!

Ey bağrı can bağışlayan, seni

 arzu alevlendi gözlerinde

kırmızı şarap raksetti kadehte

tenim o yumuşacık yatakta

kendinden geçerek titredi onun göğsünde

günah işledim hazla dolu bir günah

sıcak, ateşli bir kucakta

günah işledim demirden

ateşli, öç peşinde kollar arasında


SYLVİA PLATH –( 19932- 1963)tutkulu yaşayıp tutkulu gidenlerin sesi-

AYNA

Gümüştenim ve hatasızım. Önyargım yok.

Gördüğüm her şeyi yutarım anında

Tam olduğu gibi, puslanmadan aşkla ya da nefretle.

Zalim değilim, doğrucuyum sadece-

Küçük bir tanrı gözüyüm, dört köşeli.

Çoğu zaman karşı duvara dalar, düşünürüm.

Pembedir rengi, kum desenli. Öyle uzun baktım ki ona

Kalbimin bir parçasıdır sanırım. Ama titreşir.

Yüzler ve karanlık ayırır bizi tekrar tekrar.

Bir gölüm şimdi. Bir kadın eğilir üzerime,

Yoklar sınırlarımı, görmek için gerçekte ne.

Sonra döner o yalancılara, mumlara ya da aya.

Görürüm sırtını, yansıtırım bağlılıkla

Ödüllendirir beni gözyaşlarıyla, elleri çırpınarak

Önemliyim onun için. Gelir ve gider.

Her sabah yüzüdür karanlığın yerini alan.

İçimde boğdu bir genç kızı, ve içimdedir bir yaşlı kadın

Korkunç bir balık gibi, günbegün ona doğrulan.


SAPPHO,(MÖ.630 ) antik dönemin Yunanlı  cesur kadın şairi

'’dalın, en tepedeki dalın ucundan sarkar

elmanın en tatlısı;

bıraktılar orada onu, koparmadılar;

sanma ki unuttular;

uzanamadı ki kimse taa oralara'’

--------------------------------------------

‘’Ölüm kötü bir şey bak,

İşte tanrılardan belli

İyi bir şey olsaydı ölüm

Önce tanrılar ölmez miydi?’’

 

6 Mart 2021 Cumartesi

 




SUÇLU AYAĞA KALK

‘’Ne biçim babasın sen ya?  İyice ruhsuz bir adam oldun çıktın. Hiç mi düşünmüyorsun kızını.  İçeride ağlayıp duruyor dünden beri‘’

‘’Yahu ben burada para mı basıyorum? Söyleyin dershaneye,  önümüzdeki ay toptan veririz, dedim işte’’

‘’Yazıklar olsun sana. Başkalarına bulursun ama bilmez miyim ben? ’’

Telefonu canı sıkkın bir biçimde masanın üzerine attı. Kulağı hala içeride sessiz sessiz iç çeken kızındaydı.

Senin aklını aldı o kızıl yosma. Kızını bile görmez oldu gözlerin. İyi aile babasıymış. Hep sinsi, hep ikiyüzlüydün. Dışarıda cana yakın, konuşkan işadamı. Eve gelince yorgun. Surat bir karış. Bizi yaşlı ana babamın eline muhtaç ettin ya. İki kuruş için dil döktürüyorsun bana. Kendim için olsa. Asla. Ama kızım var işte. O anlayamıyor. Gittikçe içine kapandı.  İkimize de kırgın.  Ne hallere düştüm? Ah anne sen yaktın benim başımı. Zengin çocuk. Okumuş. Kibar, efendi.  Yere bakan yürek yakanmış da sonradan öğrendik. İyi ailesi varmış. Bildik, tanıdık. Uzaktan akraba, diye diye beynimi yıkadın.  Bir karışmasaydın. Sussaydın. İlle de olacak. Hiç vazgeçmezsin.  Halime bak. Tek suçlu sensin. Sen.

Gözlerinde kara bulutlar yüreğinde esen bir kara yel ile ‘’hepsi senin suçun ‘’demek üzere daldı annesinin odasına.  Onun kapıdan girdiğini görünce yaşlı kadının feri gitmiş gözleri parladı.  ‘’ kızım iyi ki geldin. Çok canımı acıttı bunlar. ’’ diyerek takma dişlerini üzerinde yaşanmış yüzlerce anıdan sıçramış lekelerin kapladığı titrek elleri ile uzattı.  Sonra da ağlamaklı sesiyle ‘’ Yavrum iyi misin sen, ne olur üzme kendini, yazık o sabiye de.  Bak,  odasından çıkmaz oldu.  Her sorunun bir çaresi bulunur elbet’’  diye devam etti. ‘’ Ben iyiyim anne, sorun yok ‘’  deyip derin bir nefes alarak komodinin üzerinde yarısı su dolu bardağı annesine uzattı. Yaşlı kadın hep gülümseyen dişlerini bıraktı suyun içine.  Sarı saten kapaklı yorganın altına minik bedenini kaydıraktan kayar gibi bıraktı, başını kızına doğru çevirince bembeyaz pamuk saçları pembe fistolu yastık kılıfının üzerine yayıldı.  Genç kadın yağmur biriktiren hüzünlü bulut gözleriyle baktı yatağa.

Bu pamuk saçlar mıydı evlen, diye baskı yapan. Bu kahverengi benekli eller miydi gün yüzü görmemiş çeyizlerimi hazırlayan? Nerede, bana güven, çok rahat edeceksin, diyen o kendinden emin gözler. Beni gördükçe kaçıyorlar şimdi.  Gençti o da.  Bıkmıştı huzursuzluktan. Parasızlık yüzünden çıkan kavgalar. Karşılıklı atışmalar. Batırırdı sözlerini herkesin etine etine. Sen benim çektiklerimi çekme, derdi. Tiyatrolara git,  arkası dikişli ince naylon çoraplar giy. Sivri topuklu ayakkabılar.  Nereden bilecekti ki?  Parayla mutlu oluruz sandı.  Ah geçmiş, ah. Geçmişe bakınca hep söylenenler bozuk bir plaktan geliyor gibi.

Aradığını bulamayanların hayal kırıklığı enkaz gibi çökmüştü üzerine.   Kapıyı yavaşça aralık kalacak şekilde çekip çıktı.   


Yan odanın kapısı kapanmıştı. ‘’Elif ‘’diye seslendi. Kulaklarını takıp yatağına uzanmıştı genç kız. Gözlerini sıkıca kapatılmış perdeden tavana yansıyan güneş ışınlarının türlü oyunlar oynayan sihirli renklerine dikmişti. Yatağına doğru yürüyüp kıyısına ilişerek kızının sprey boyalı mavi saçlarını okşadı.  Kulaklığını çıkararak eğildi bir sır verir gibi ‘’yarın halledeceğim dershanenin parasını, sana söz veriyorum ‘’dedi. Ama şimdi kalk da şu salya sümüklü kılıfını değiştireyim,  ‘’  Islak gözlerini ellerinin tersiyle silen genç kız zıplayıp bağdaş kurup oturdu yatağında:  ‘’nerden bulacaksın ki, yarına kadar?  Babamı görmek bile istemiyorum. Beni sevmiyor artık anladım.  Bir kızı olduğunu ne çabuk unuttu.’’  Diyerek sarıldı annesine.

Ah, çalışsaydım.  Böyle mi olurduk şimdi? Para versin diye eline mi bakardım o soysuzun? Üzer miydim seni böyle?  İster miydim ağlatmak iki kuruş için? Dayım bankaya sokacaktı da. Ama ah baba, ah. Bütün suç sende. El âlem ne dermiş. Bir kıza bakamamışlar dedirttirmem dedin. Senin yüzünden. Bak şimdi sığındık yanınıza. Ama para kazanıyor olsaydım eyvallah mı ederdim o pisliğe? Bütün suç sende baba. Senin yüzünden.

Kızının yanağından öpüp ‘’ bana güven’’ derken bütün evi tiz kahkahaların, gürültülü konuşmaların kapladığını fark etti.  Telaşla salona geçince koltukta altında çizgili pijaması üzerinde mavi gömleği ve göbeğinin üstünde kalmış yeşil beyaz damalı kravatı ile gözlerini ekrana dikmiş babasını gördü.  İki kadın hararetli konuşurken biri elinde oklava ile hamur açıyor, diğeri de ‘’ şimdi soğanımızı küçük küçük doğrayıp kıymamızla karıştıracağız. ‘’ diyordu. Genç kadın salona girerken ayağı sehpaya çarpıp küçük kesme cam vazoyu döşemenin üzerine düşürünce yaşlı adam sıçradı yerinden. Onu görünce walker’ına tutunarak ayağa kalkıp ‘’  Anne korkuttun beni, ‘’  dedi.  Sonra da ‘’ bize de mantı yapsana akşama, çok canım istedi.  Yapar mısın’’ deyip başını kızının omzuna koydu.  Genç kadın yaşlı adamın sırtını sıvazlayıp ‘’ Olur, yavrum, yaparım, ‘’ deyip ‘’ sen şimdi televizyonu seyret biraz sonra da uyursun belki’’ diyerek onu koltuğuna oturttu. Yüreğinde kocaman bir taş ile nereye gideceğini bilemedi.  Kendini banyoya atıp sıcak suyu açtı,  küvet dolarken üzerindekileri çıkarıp bir yay gibi gerilmiş vücudu ile girdi içine.

Hayır, çalışamazsın, diye fırtınalar estiren, dilinde şimşekler çakan adam nerede şimdi?  Ne düşünüyordu ki o zamanlar?  Hangi değer yargılarının esiriydi?  Nerede suçladıkların? Hiç birini bulamadın işte.   Ne bilsinler böyle olacağını.  İyiliğini istemişlerdir senin. Ana baba olmak kolay mı? Diploması yok ki. Deneye yanıla. Tutarsa ne ala. Sanki sen çok iyi bir annesin de.  Haksızlığa uğramış zavallı. Terk edilen tek kadın sensin dünyada.  Sanki seni zorla evlendirdiler.  Silah zoruyla mı? Yoo.  Salaktın sen.  İnandın. İnanmasaydın. Akıllı olsaydın. Şunu kabul et artık.  Geçmişinin sorumluluğunu atma başkalarına.

Bütün okları sağına soluna batıraraktan kalkıp lavabonun üzerindeki sarı metal çerçeveli aynaya gitti. Buharlar yol yol olmuş akıyordu aşağıya doğru. Yüzünü göremeyince hoşça kal der gibi sildi eliyle.  Gözlerinin çevresinde kaz ayakları olan yorgun bakışlı bir kadın vardı karşısında. 

Şimdi aynada gördüğüm omuzları düşük kadın mı suçlu yani? O mu almıştı evlilik kararını. O mu çıkamamıştı büyüklerinin sözünden.  Yok. Bu kadın değil o hataları yapan.  Kimi zaman baskıyla. Kimi zaman gençlik heyecanıyla.   Aslan yeleliydi o kızın saçları. Aynı kişi mi? Hiç de değil? Zaman suyunu sıkıp posasını çıkarmış.  Toz duman edip geçmiş.  Hey kızım. Topla kendini.  Bunalımlı. Mız mız mız. Ağdalı bir roman gibisin. Hep mağdur, hep haksızlığa uğramış. Anlasana artık. Yarın bile baktığında başkası olacak bu aynada.

Havluyla kuruladı vücudunu aceleyle. Saçlarını topladı tepesinde. Gün pılısını pırtısını alıp uzaklaşırken ev sessizliğe bürünmüştü.  Kafası karışmıştı geçmişte debelenirken. Mutfağa geçip sade bir kahvenin iyi gelebileceğini düşündü,  hazırlarken eskiden bol şekerli içtiğini hatırlayıp gülümsedi. Babasının istediği mantı için de çaydanlığa su koyup kaynatmaya bıraktıktan sonra salondaki masaya fırlattığı telefonunu alıp balkona çıktı ve arkadaşını aradı:

‘’ Ayşeciğim, hani, üst kat komşun acilen bir bakıcı arıyordu bebeğine. ‘’   Karşıdaki boş arsaya yeni bir sitenin temelleri atıldığı için makinelerin gürültüsü yüzünden bağırarak konuşuyordu. ‘’ Ne dedin?  Evet, evet. Hemen başlayabilirim. Yalnız yarın için avans istiyorum mümkünse.  ‘’